Zaman zaman bu blogda çeşitli edebi metin örneklerini istifadenize sunmaya çalışıyorum. Bunu sunmaktaki amacım farklı türdeki edebi metin örnekleriyle tanışmanıza vesile olmaktır. Maalesef araştırma ve okuma konusunda -genel olarak- zayıf bir milletiz. Bu sebeple elimizin altında yer alan edebi cevherlere ulaşmıyoruz, ulaşamıyoruz. Umarım kısa zamanda bu kötü huyumuzdan vazgeçebiliriz.
Yazımızda fabl, hikaye, halk hikayesi, efsane, masal gibi türlere ait edebi metin örneklerine yer verilmiştir.
Fabl
Sünger Yüklü Eşekle Tuz Yüklü Eşek
Bir eşekçi, elinde âsâ., .
Bir Roma imparatoru edasıyla
Sürüyormuş uzun kulaklı iki düldülü.
Biri sünger yüklü, bıraksan uçacak;
Öteki ağır aksak,
Sırtında şişeler varmış gibi
Tıka basa tuz doluymuş küfeleri.
Bizim üç ahbap çavuş az gitmiş uz gitmişler
Dere tepe düz gitmişler
Varmışlar geçit veren bir ırmağa
Ve bakın orda neler gelmiş başlarına.
Oysa her gün de geçerlermiş aynı yerden
Eşekçi sünger yüklü eşeğe binmiş
Sürmüş tuz yüklüsünün ardından
Gel gör ki bu öndeki eşeğin
Keyfince yürüyesi gelmiş
Ve ayakları yerden kesilmiş.
Tekrar su yüzüne çıkınca da
Kaçmış gitmiş hoplıya zıplıya.
Neden derseniz, sularla cenkleşirken
Öylesine erimiş ki sırtındaki tuz,
Tüy gibi hafif bulmuş kendini birden
Uzun kulaklı dostumuz.
Sünger yüklü öbür dostumuz da
Aynı yolu tutmaya kalkmaz mı!
Koyun gibi uymuş başkasının kafasına
Gırtlağına kadar battığı sularda
Kendisi, eşekçi ve sünger
Bir hayli içki devimıişler:
- Sünger içer de biz içmez miyiz?
Demiş eşekle eşekçimiz.
Ama sünger öyle hızlı içmiş
Ve öylesine ağırlaşmış ki birden
Kıyıyı bulamamış eşek bu kadar yükle;
Üstelik eşekçi de bir yandan
Sıkı sıkı sarılmış boynuna can havliyle
Ha boğuldu, ha boğulacaklarken
Gelmiş, canlarını kurtarmış birisi
Kimmiş gelen, önemli değil orası.
Şu dersi aldık ya, o yeter bize:
Herkesin gidişi bir olmamalı,
Her gördüğünü yapanın yamandır hali.
Buydu demek istediğim başlarken söze.
La Fontaine-Bütün Masallar (Çev: Sabahattin Eyüpoğlu)
Hikaye
Üzümcü
Büyükada'da, Temmuz ibtidası. Öğle üstü. Güneşin eriyip toprakları, yaprakları kavrayıp kavurduğu, yalayıp parlattığı bir gün. Gökten dökülen sıcak, yanakları yakıyor göğüsleri eziyor nefesleri tıkıyor. Elle tutulabilir bir alev haline geliyor. Ortalık gözleri kamaştıracak derece aydınlık... Karşıdaki çamlar yanık, siyah bir leke gibi duruyor.
Bu kadar nura dayanamayan gözler sönüyor ve kapanan göz kapakları altında kımıldanmak istemiyordu. Yer, gök bir kor hâlinde için için yanıyordu.
Baygın, geniş sükûtun içinden tâ uzaklardan, iskele tarafından akisler hâsıl ederek korkunç, vakur bir seda kükredi:
- Kaaarpuz!... Karpuz!...
Köşklerin camlarına çarparak, çamların tepelerinden aşarak kızgın bir kartal mehabetiyle dağların sırtlarından uçan bu sesten ürken bir küme güvercin karşıki çamlıktan havalandı.
- Kaaaarpuuz!....
Bu sedaya Nizam tarafından daha dik, daha iri bir ses aks-i seda gibi cevap verdi:
- Çaaaavuuuş!...
Sükût!.. Sanki bu dik, kalın, büyük sesin azametinden mevcudat bir saniye için ürkmüş, titremişti. Sükûtun altında sinmiş duran dağlara, denizlere bu iki sesin yüksekliği hâkimdi.
Çaaavuuuş!... Çaaavuuuuuş
Sesi kadar yüksek vücûdu, değirmi ve kır sakalı, açık ve yanık göğsü, kalın tozluklu baldırları, saf çehresi arkasından seksen okka çeken içice geçmiş iki küf es iyle bu recüliyyet heykeli şimdi karşımda duruyordu:
- Baba, sen kumanda eder gibi üzüm satıyorsun. Sesin gürlüyor!
- Bağırmıyorum ki...
Üzümünü verdi. Yukarıki tepeye tırmanmaya başladı. Etrafı çınlatıyordu:
Çaavuuuş!...
Ben bu sese, bu sesi hâsıl eden cevhere meftunum.
Şimdi yanımızdaki sokaktan bir satıcı daha geçiyor: Biraz daha uzaktan "çalı fasulye, kemer patlıcan!" sesleri alçaklarda paylaklanarak yayılıyor. Bunların üstünde uçan "çaavuuuş!..." avazının yanında bu yıpranmış, çatlamış sesler ne kadar âciz, ne kadar pest kalıyordu.
Evin arka penceresine koştum. Üzümcü tepeye varmıştı. Yolun kenarındaki kayanın üstüne küfesini koydu. Ellerini belindeki kızıl kuşağın ön tarafına soktu. Açık göğsü, çıplak, sert baldırlarıyla bir kuvvet âbidesi vaziyetinde durdu. Mütekebbir, kalın kaşları altında mütehakkim ağır dönen iri gözlerinden fırlayan nazarlarıyla, Marmara'nın dalgalarına, karşıki sahile, mavi göğü, lâcivert deniziyle, altın köpüğü renginde güneşinin ışığıyla mavi gözlü, sarı saçlı bir kıza benzeyen sevimli, sevgili yurdunun taşına, toprağına derin derin baktı,.. Bu bakıştaki esrar, bu bakıştaki feryad, memleketi için: "Allah! dedim, yatağana dayandım;
-Ben seninçin al kanlara boyandım" beytinin mağrur bir meali idi.
Pencerenin önünde bu canlı kaleyi hayretle, hürmetle seyrediyor; bunun kur'a neferi hâlinde üstünde mavili kırmızı yemeni sarılmış kalıpsız, püskülsüz fesi, ayağında yırtık çarığı, sırtında alaca mintanının üstünde koyun postundan dağarcığı olduğu hâlde sırayı bozmamak için bir kuzu gibi seğirte sıçraya Harbiye Nezâreti'nin büyük kapısından içeri girdiğini görüyordum.
Bugün uçuk benzinle, yırtık cepkeninle bir vatan kurbanı teslimiyetiyle girdiğin devlet kapısından, asker ocağından, yarın yeni libâsınla, kızıl fesinle bir âmir kurumuyla çıkarsın! O zaman, bugünkü zayıf, yarın kavî bir kahraman olur; bastığın yerleri titretirsin!... Atın dizginini kavrayıp, kılıcını çektiğin, tüfeğini omuzuna vurup, süngünü taktığın vakit bugünkü köylü, yarın korkunç bir asker olur; âsîleri sindirirsin!... Tarlanı çapalar, davarını güderken hakaret görürsen bugünkü koyun, yarın yırtıcı bir kaplan kesilir; yuvam bozanları ezersin!.... Seni böyle bir an içinde değişmiş görenler sanırlar ki bu sağlam vücut yalnız asker libâsı giymek, bu sert pençeler yalnız silâh kullanmak, bu kalın ses yalnız siper almak için yaratılmıştır.
Senin o tabur hâlinde bir pulat kütlesi katılığında yürürken takındığın o salâbet, o vakarı görüp de, sana güvenmemek, seni sevmemek kabil değildir.
Sen gürbüz ninenin, gür ve temiz sütünü daha emerken azamet-i nefs, sebat ve tahammül, itaat ve tahakküm gibi âmir olmak için yaratılmış bir cinsin faziletlerine mâlik olmuşsun. Bu hâkimiyet esaslarım başka milletler mekteplerde, medreselerde anlarlar. Sana bu meziyetleri ninenin iri siyah bakışı, babanın kükreyen dik sesi, Kuran'ın esrarengiz ahengi öğretmiş.
Yırtık poturunla da vakursun; mahkûm olsan da hâkimsin; temellükten ziyâde tekebbüre meyyalsin; fikrinde azmin gibi sabitsin; sertsin, sertliğinde kabalıktan, bayağılıktan ziyâde âmiriyet kuvveti, necâbet lâubaliliği vardır. Hiddetle yıldırım gibi gürlediğin halde rikkatle bir bulut gibi ağlarsın; safiyette bir melek, ısrarda bir devsin... Onun için dünyada eşi bulunmaz bir millet olmuşsun. Düşündüğün zaman bir arslan temkiniyle ağır ve sakin durusundan, kızdığın vakit ki azim ve şiddetin anlaşılmaz. Uzun kirpiklerin altında utanganç ve durgun düşünen iri gözlerin bir kere açılmasın; kalın kaşların bir kere çatılmasın; o zaman varlığın, benliğin köpürür, taşar! O zaman ceberûtun, haşmetin parlar, yükselir. O zaman cebbar olursun. Bu acayip sırr-ı hilkatini bilmeyenler, yanılırlar.
Büyüklere karşı saygın bizzat sayılmayı sevdiğindendir; muti olman, muta olmak istemendendir.
İnce işlere alışmaya vaktin olmasa bile, zor bazuya bağlı teşebbüslerden lezzet alırsın. Kara topraktan, ak ekmeğini çıkarırsın.
Fikrinde muannit, muhabbette muannit, muharebede muannitsin. Yeniliğe çabuk alınmazsın, fakat bir defa da alışırsan bırakmazsın. Safsın; seni çekemeyenler böbürlenmekle değil, ekseri sana yaltaklanmakla seni ızrar ederler. Ayakların, kolların bir boğa gibi ağır ağır kımıldarken tavrından tükenmeyen bir tahammül, yılmayan bir azim aşikâr olur. O engin denize benzersin ki yavaş yavaş coşar ve coşunca da pek hırçın olursun.
Maddî menfaate ehemmiyet vermezsin. Para denilen mâden parçasına i'tibar etmezsin. Suçun budur. Müsrifliği asalet icâbı sayarsın.
Vakarın benliğine galebe çalar. Cananını canına tercih edersin. Ekseri başkaları için yaşar; başkaları için çalışır; başkaları uğruna ölürsün. Başkaları seni beğendiği, hâlde sen kendini sevmezsin. Ne zaman köyünde, önüne bir önlük koyup makine basma geçecek, ne vakit eline pergel alıp masaya yaslanacaksın? Ne zaman dükkânının tezgâhında sermayenin faizini hesap edeceksin?... Senden bunu bekliyorlar, sana bu kusuru buluyorlar... Fakat vakit kalıyor mu? Keseni doldurmak için değil, karnını doyurmak için kullandığın sapanın demirini tarlanın ortasında bırakıp tüfeğin çeliğine sarılıyorsun... O serhadden bu hududa koşuyorsun... Bulgaristan'da Ölüyor, Yunanistan'da ölüyor, Acemistan'da ölüyor, Sırbistan'da ölüyor; yalnız yurdunda, köyünde ölemiyorsun. Sevgili Ayşeciği doya doya Öpemiyor, yavrun Mehmetçiği seve seve büyütemiyorsun...
Bir ulu çınarsın ki kırılır, eğilmezsin; ölür, inlemezsin... Kanınla çorak kumlukları sularken ekmeğini alnının terine batırır yer, yine düşman karşısına yaralarınla beraber her yerde bir istihkâm gibi çıkarsın... Sen zâlim heybetinle bir mazlumsun; ninenin, atanın bucağında bir garib; ananın, babanın kucağında bir yetimsin!...
Dul analarla dolu olan şu Anadolu bir üvey nine kadar sana cefakârdır... Sen Şarkın kınına giremeyen bir kılıcısın; doğüle döğüle tavlanır, vurula vurula kırılırsın. Yine her parçandan bir kıvılcım, her kıvılcımından bir şimşek çıkar. İlâhî bir kuvvetin, ebedî bir feyzin var, ey Türk!...
13 Teşrinievvel 1327 (1911)
Ahmet Hikmet Müftüoğlu - Çağlayanlar
Masal
Kral Padişahının Kızı
Bir bizim Padişah, bir de Kral Padişahı varmış. Bizim Padişah, Kral Padişahının kızını oğluna almak istiyormuş. Ancak, iki sene harp ettiği halde, bir türlü kızı oğluna alamamış.
Oğlan bunu duyunca, altına bir küheylan, heybesinin iki gözüne de altın doldurarak, kızı almak için yola koyulmuş. Yolda, önüne çıkan bir ejderhayı oklayıp öldürünce içinden bîr kız çıkmış. Kızı alıp babasının yurduna götürmüş. Meğer kız, periler padişahının kızı imiş. Oğlana, “Dile benden ne dilersen?” diye sorunca, oğlan da, kız tembihlediği için, “koynundaki cevizi” demiş ve almış. Kız, cevizin marifetlerim bir bir anlatmış. Sonra oğlan oradan ayrılmış.
Yolda bir dervişe rastlamış. Koynundaki cevizin marifeti ile güzel bir sofra kurmuş, yemişler. Sonra dervişin, istediğini getiren asası ile oğlan cevizi değiştirmiş. Bir müddet yol aldıktan sonra, asayı gönderip cevizi dervişin elinden geri almış. Sonra, yine yolda bi dervişe denk gelmiş. Bu dervişin ise asa ile cevizden daha fazla işe yarayan kabağı varmış. Kabakla cevizi değiştirmişler. Oğlan, dervişten ayrıldıktan sonra, yine asayı gönderip cevizi geri getirtmiş. Sonra, bu sefer de insanı görünmez yapan külaha sahip bir derviş ile karşılaşmış. Cevizle, külahı değiştirmiş. Yine aynı şekilde asayı gönderip, cevizi getirtmiş. Bizim oğlan alıştı ya, yine karşılaştığı başka bir dervişin seccadesi ile cevizi değiştirip, sonra yine asası ile kendisine getirtmiş.
En son elde ettiği marifetli seccadeye binmiş ve Kral-Padişahının sarayının yanına inmiş. Kendisini görünmez yapan külahı giyerek padişahın kızının yanına kadar gitmiş. Külahı çıkarınca görünmüş ve kızla kaynaşmışlar. Sonra, oğlan ile kız, seccadeye binerek kaçmışlar. Padişah, ordusu ile bunları takip etmiş. Oğlan, kabağın içindeki Arap’a seslenerek kendisine Kral-Padişahı incitmeden getirmesini söylemiş. Arap, kralı getirmiş. Kral-Padişahı kızını vermeye razı olmuş. Oğlan, kız ve ordusu ile beraber babasının memleketine varmış. Fakat babası oğlunu Öldürmek ve hem kıza, hem de elindeki sihirli eşyalara sahip olmak istemişler. Bunun üzerine oğlan, babasını ve onunla işbirliği yapan anasını Öldürtmüş. Kendisi de tahta kurulmuş. Böylece mesut, bahtiyar yaşayıp gitmişler.
Pertev Naili Boratav-Az Gittik Uz Gittik
Efsane
Gelin Kayası
Anlatırlar ki yaşlı bir kadınla gelini varmış. Kaynana o bilinen
kaynanalardanmış. Gelinin her yaptığı işe kusur bulur, ona son derece sert
davranırmış. Gelin hanım da onun bu sert tavırlarından çok korkarmış.
Koyunları otlatmaya götürmesi onun için âdeta geçici bir kurtuluş
olurmuş. O gün de öyle yapmış, koyunları önüne katıp otlatmaya gitmiş.
Şurası burası derken koyunları uygun bir yere getirmiş. Kendisi de yorgun
olduğu için bir ağacın altına uzanıvermiş.
İşte ne olmuşsa bu arada olmuş. Gelinin üzerine bir ağırlık çökmüş ve
uyuyakalmış. Ne kadar uyuduğu bilinmez, bir süre sonra uyanmış. Bakmış
ki sürüsü ortalarda görünmüyor. Ne kadar aradıysa da oraya buraya ne
kadar koşturduysa da sürüsünü bulmamış.
Eli boş, boynu bükük olarak eve dönen gelin, olanları kaynanasına
anlatmış. Gelin aldığı cevap karşısında donakalmış.
-”Git! Sakın sürüyü bulmadan da eve gelme!”
Gelin evden ayrılmış ama ne yapacağını da bilmiyormuş. O, zaten
bakılması gereken yerlerin hepsine bakmışmış. Eve dönmek istemiş ama
kaynanasından da korktuğu için dönemiyormuş. Kurtuluşu Allah’a
yalvarmakta bulmuş.
“Allah’ım… Tek şu sürüyü bulayım da bulduğum zaman beni taş kes.
Umut kesilmez ya, O da öyle yapmış ve aramayı sürdürmüş. Derken
sürüyü Büyük Akveren köyünün yakınlarında bulmuş. Bulmuş ama sevinmiş
mi üzülmüş mü bilinmez, hemen oracıkta taş kesilivermiş.
Köyün yakınındaki o insana benzeyen kayaya “Gelin Kayası” adı
verilmiş
Saim Sakaoğlu-101 Anadolu Efsanesi
Halk Hikayesi
Kerem ile Aslı
Asıl adı Ahmet Mirza olan Kerem, Isfahan Şahının oğludur. Şahın hazinedarlığını yapan Ermeni Keşişinin kızı Aslı ile Kerem birbirlerini severler. Şah Keşişten kızı oğluna ister. Keşiş, bir Müslümana kız vermek istemez. Fakat hükümdarın isteğini reddedemez; bir mühlet ister ve bu mühletin içinde gizlice memleketten kaçar. Kerem de Aslı'nın peşinden yola düşer. İşte, Kerem'in sevdiği kızın ardınca bütün Anadolu'yu baştanbaşa gezmesi böylece başlar.
Kerem artık yanında sadık arkadaşı Sofu (Kerem'in dilinden: Sofu Kardeş), omuzunda sazı ile bir "Âşık" olmuştur. Her gittiği yerde, her rastladığına sazıyla ve yanık türküleriyle, Aslı'nın izini sorar, ona haber verenler de olur, vermeyenler de... Bazı defa nehirlere, dağlara, kayalara, dağlardaki hayvanlara derdini döker; yolunu bağlayan karlı, boranlı bellerden yol ister. Onun önüne çıkan engeller, bir defa inkisarına uğradılar mı iflah olmazlar. Kerem aşk ateşinde pişe pişe kemale erer, keramet sahibi olur. Allah onun her dileğini yerine getirir.
Bazı şehirlerde Kerem, Aslı Han'a bir zaman kavuşur. Keşişten habersizce bir müddet birbirlerine sevgilerini anlatırlar, dertlerini dökerler: Erzincan Bağlarında ve Kayseri'de olduğu gibi... Sonunda Kerem Aslı'sının peşinden Halep'e varır. Halep Paşasına kendini sevdirir: Paşa, Keşişi tehdit ederek kızını Kerem'e vermeye razı eder. İki sevdalının nikâhları kıyılır. Fakat kötü ruhlu Keşiş onlara son fenalığı yapar: Kızına sihirli bir gerdeklik gömlek giydirir. Bu gömlek son düğmesine kadar açılır, tekrar kapanır imiş. Kerem sevdiğinin düğmelerini bir türlü çözemez. Yüreğinden kopup gelen ateşle yanar, kül olur. Kerem'in külleri dağılmasın diye bekleyen Aslı Han'ın saçları, küllerin içinde kalmış bir kıvılcımla tutuşur; iki âşığın ancak külleri birbirine kavuşur.
Sevgililerin birbirine kavuşmasıyla sona ermeyen bir macera olduğu için Kerem hikâyesi toy, düğün ve kış geceleri muhabbetlerinde eğlence vasıtası olan halk hikâyeleri arasında, çok sevildiği halde, başından sonuna kadar anlatılmaz, hattâ birçok yerlerde bunun anlatılmasını günah sayarlarmış. Kerem Erzurum'da hasta yatarken, Aslı Han'ın üç gün sonra geleceğini haber verirler.
O zaman şu türküyü söyler:
Bir han köşesinde kalmışam hasta
Gözlerim kapıda kulağım seste
Kendim gurbet elde gönül heveste
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.
Erzurum dağları duman dildedir
Başım yastıktadır gözüm yoldadır
Aslı hayın yârdır adam aldadır
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.
Erzurum dağları kardır geçilmez
Gizli sırdır her adama açılmaz
Ayrılık şerbeti zehir içilmez
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.
Felek sen mi kaldın bana gelecek
Akıttın gözyaşım kimler silecek
Kerem'e dediler Aslı'n gelecek
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.
Anonim
Yukarıda paylaştığımız metinlerden daha nicesine ufak bir araştırma sonucu ulaşabilirsiniz. Kitap okumaya çok ihtiyacımız olduğunu unutmayın.
Edebi Metin Yazmak İsteyenlere Yeni Paragraf Örnekleri adlı yazımı okuyarak da farklı örneklere ulaşabilirsiniz.
Paylaş
Edebi Metin Örnekleri
4/
5
Oleh
Yazarın Dünyası